8 Kasım 2010 Pazartesi

Nevio Schuster


Türk klüp takımları, özellikle Beşiktaş, son dönemde İngiliz devlerine karşı önemli galibiyetler aldılar(üç devi birden, Liverpool’u, Chelsea’yi ve Manchester United’ı deviren tek klüp Beşiktaş), ancak en büyük hezimetleri de gene İngiliz klüpleri gösterdi bize.

Milli takımın düştüğü durum ise daha acıklı: Bırakın galibiyet almayı, henüz İngilizlere milli takımlar bazında golümüz yok, alınan farklı mağlubiyetler de cabası.


Ben bu durumun sadece futbolla izah edilebileceğine inanmıyorum. Klüp takımlarını bir tarafa bırakalım, milli takımlar düzeyinde kesinlikle arada böyle bir durumu haklı gösterecek bir oyun farkı yok.

Bu durumu ben, belki biraz saflık ama, “en doğru” futbol kültürünün(İngiltere), “en yanlış” futbol kültürünü(Türkiye) cezalandırması olarak yorumlarım hep.

Öyle bir futbol kültürüdür ki, Newcastle United, kazanmak zorunda olduğu maçta, ezeli rakiplerinden Manchester United’a, hem de kendi sahasında, 7-0 mağlupken, son dakikada bir gol bulup skoru 7-1’e getirdiğinde, bütün stat klasik İngiliz gol sevinciyle ‘YEEAA’ diye ayağa kalkar.

İngiliz taraftarlar, takımlarının, futbolun nihai amacı olan golü atmasına, her “ahval ve şerait içinde dahi” sevinirler. Futbola saygı budur. Kendi klübüne saygı budur. Takımın kötü oynaması ayrı, 7 gol yemesi ayrı, saygıyı hak etmemesi ise apayrı bir durumdur.

İngilizler takımlarına her şartta saygı gösterir. Çünkü biz “camia” kelimesini çok sevsek de, kelimenin hakkını asıl veren onlardır.

Gelelim Beşiktaş’a.

İçine düştüğümüz krizin sebeplerini ve krizden çıkış reçetesini tartışmayacağım. Bu konuyla ilgili onlarca, kimi akli kimi saçma, yazı zaten mevcut.

Beni kızdıran nokta, hafızasızlık.

Sezon başında, Fenerbahçe iki zayıf Avrupa takımına elenerek uğruna o kadar yatırım yaptığı Şampiyonlar Ligi’ne ve hatta Avrupa’ya toptan veda ettiğinde, birçok Fenerbahçeli kombinesini yırtma eşiğine gelmişti. Bu sezonu kafalarında kapatmışlardı.

Şu an şampiyonluk şarkıları söylüyorlar.

Rosenborg’a elenip Şampiyonlar Ligi hayallerine veda ettiğimizde, medya o kadar üzerimize gelmişti ki, Kuntz’lu, Ronny Johnsen’li, tarihin en iyi Beşiktaş kadrolarından biri, sezona daha başlamadan havlu attırılmıştı.

Maalesef medyanın Beşiktaş camiasına etkisi hep negatif olmuştur.

Bazen unutturma görevini başarıyla uygulayan medya, nedense Beşiktaş’a aynı merhameti hiç göstermez.

Ancak medya sadece bir “faktör”, ve kesinlikle “belirleyici faktör” değil.

Belirleyici faktör biziz.

Hafızasızlık etmeyelim.

Sezon başında form tutmayı erteleyip, Avrupa’ya el sallasaydık, şu an ligde 7 puan daha fazla toplasaydık, çok mu mutlu olacaktık?

UEFA’da Porto ile liderlik mücadelesi yapıyor olmamızın hiçbir önemi yok mu?

Drago Stadı’ndan puan koparmak her babayiğidin harcı değildir.

Herşeyin bir bedeli var, ve sezonu neredeyse Haziran’da açmanın bedelini sakatlıklar ve formsuzluklar olarak bu aylarda ödüyoruz.

Schuster’e Nevio Scala kaderi biçmeyelim.

Scala ile sezona fırtına gibi giren Beşiktaş(Barcelona 3:0, FB 3:0, GS 3:1), gene bu aylarda çöküntü devresine girmiş, tam tekrar yukarı tırmanmaya başlayacakken medyanın da iteklemesiyle Scala’da “beyin kusuru” bulup yollamıştık.

O beyin kusuru medyamızda olmasın sakın?

Schuster’e inandık, güvendik.

Haklı gerekçelerle yaptık bunu.

O gerekçeler hala yerli yerinde.

O halde, bu sezon şampiyon olmasak da, kimseyi buruşturup atmayalım.

Skoru 7-1’e getiren gole sevinmektir taraftarlık.

Klüp aşkı budur, her maç galibiyet beklemek değil…